Tatmin krizi: Nasıl depresif müşterilere dönüştük?
APOSTO’dan Erol Köse, enfes bir görüş yazısı kaleme aldı. Benim de farkında olduğum konu hakkında 1 Aralık’ta yazılan yazı şudur sayın okuyucu;
Son dönemde yarım kalan kitaplar, sonu getirilemeyen filmler, okunmamış PDF yığınları arasında kaybolmuş sayısız kültürel ürünle ilgili şikayetler giderek daha sık dile getiriliyor. Kalın kitaplar ve uzun filmler giderek daha fazla göz korkuturken, çoğunun yarıda bırakıldığını ya da tam anlamıyla sindirilmediğini görüyoruz. Bir anlamda her şeyin ulaşılabilir olması paradoksal bir şekilde bu seçeneklerin arasında kaybolmamıza neden oluyor. Platformlardan durmadan üstümüze fırlatılan yeni filmler, müzikler ve kitaplar arasında çok hızlı geçiş yapabiliyor, tatmin duygusuna ulaşabilmek için sınırsız bir seçenek havuzu içinde debeleniyoruz. Sonuç olarak, kendimizi bir tür tatminsizlik krizinin tam ortasında buluyoruz.
‘Dozlara ayrılmış kültür’
Chris Crawford “Dozlara Ayrılmış Kültür” başlıklı yazısında, pek çok insanın artık bütünüyle bir kitabı okuyamadıklarını ya da bir filmi izleyemediklerini itiraf ettiklerini söylüyor. Ona göre bunun sebebi, içeriği sürekli küçük dozlarla almaya alışmış olmak.
Video formu giderek kısalıp 1 dakikalık bir formun içine hapsoldu; kitap okumak yerine internet ortamında hap bilgiler vadeden uzmanların ağzından çıkan enformasyon parçaları daha fazla değer görür oldu. Bu geniş seçenek havuzunda anlık tatminlerin çekiciliği, içeriği sindirmeden hızla bir başkasına geçmemize yol açıyor.
Crawford, kültürün bize artık sonsuz bir akıştaolduğunu söylüyor. Böylece kendimizi birini sindirmeden diğerini tüketmeye geçtiğimiz bir denklemin içinde buluyoruz. Bu sürecin zahmetinin iyice ortadan kaldırılması için de içerikler giderek daha pürüzsüz, katı ve dokusuz hâle geliyor. Sosyal medya şirketlerinin de desteğiyle internetin kaydırmalı videolara hapsolması belki de bu sürecin geldiği en radikal boyutlardan biri olarak görülebilir.
Bir konuyu iki kutupla değerlendirerek zihnin işlemesini sağlayan özümseme sürecini kaybedişimizi şöyle anlatıyor Crawford:
“Bir eserin anlamını yakalamak, olaylar arasında ileri geri düşünmeyi ve parçaları zaman içinde zihinde tutmayı gerektirir. Bu giderek daha da zorlaşıyor.”
Burada bir parantez açarak Lawrence Grossberg’in günümüzde baskın bir duygulanım biçimini ifade eden “hiperenflasyon” kavramına değinmekte yarar var. Grossberg’e göre bir çeşit duygusal abartı durumunu ifade eden hiperenflasyon, bir şeyin konuşulmaya değer olması için ya en iyisi ya da en kötüsü olması gerektiği yönündeki örtük kabulle işliyor.
Her şey "en iyi film," "en iyi araba," "en iyi müzik," "çoksatar" olmak zorunda. Yani her konunun sonuna ünlemler koyularak tartışıldığı bir kültürel durumdan bahsediyoruz. Gündelik hayatımızda bir konunun fark edilmesi ya da politik bir meselenin dikkat çekmesi için genellikle o konuda dehşet uyandıran bir infialin ortaya çıkması gerekiyor. Sosyal medyanın yapısal olarak pekiştirdiği bu durumda, tartışılan konuya dair yorumların da karşı durulamaz şekilde köktenci ve iddialı şekillerde sunulması, enine boyuna tüketildikten sonra kenara atılması gerekiyor. Grossberg’e göre:
“Her iddia tartışılmaz bir gerçek hâline geliyor çünkü bir anlık şüphe ya da alçakgönüllülük bile başarısızlık riskine ve daha da kötüsü, utanca kapı aralıyor.”
Burada da bir konunun ya da kültürel ürünün içselleştirilmekten ziyade, tamamen duygusal reaksiyonlarla hızla tüketilip bir kenara atıldığı benzer bir döngüyle karşılaşıyoruz. Bu duygusal tepkilerde de bir tatminsizlik krizinin izlerini görmek mümkün.
Depresif haz
Dozlara ayrılmış kültürün ve bunun yarattığı tatminsizlik hissinin başka çıktılarını da görmek mümkün. İnsanların odaklanma güçlüğü, bir filmi ya da kitabı tamamlayamama, herhangi bir konuda derinleşememe ve ekran karşısında sürekli bir uyuşukluk hâliyle ilgili şikayetlerini duyuyoruz. Öte yandan, muhtemelen tarihte hiç olmadığı kadar çok sayıda tüketilebilir haz parçacığı mevcut. Ancak bunlardan tatmin olmak bir tarafa, seçenekler arasında hedefini kaybetmiş ve bitap bir şekilde geziniyoruz.
Kültürel teorisyen Mark Fisher, bu durumu "depresif haz" diyerek kavramsallaştırıyor. Karşılaştığı genç öğrencilerin birçoğunun buna kapıldığını belirten Fisher, depresyonun aslında bir çeşit haz yitimi olarak nitelendirildiğini ancak içinde bulunduğumuz yeni durumda depresif hazzın baskın olduğunu belirtiyor:
“Sıkılmak düpedüz mesaj atmanın iletişime dayalı duyumsal-uyarıcı matrisinden, YouTube’dan ve fastfood’dan uzak kalma anlamına geliyor; bir anlığına bunlar kısıtlanırsa, kesintisiz yapay haz akışı talebi başlıyor.”
- Ona göre depresif haz “Zevk alma yetersizliğiyle kalmayıp zevkin peşine düşmek dışında herhangi bir şey yapamamakla da birlikte yürüyor.”
Yani sonsuz bir içerik akışı ve iletişim imkanının arasında sıkılmak neredeyse bir günah olarak görülüyor. Böyle olunca sıkılmaktan kaçmak, herhangi bir şeyden zevk almaktan daha öncelikli bir motivasyon hâline geliyor. Fisher’ın deyişiyle “bir şeylerin kaçırılmış olduğu” hissi var ama bu gizemli, eksik eğlencenin ancak zevk ilkesinin ötesinde erişilebileceği anlayışı yok. Yani sadece zevk almanın ötesinde, aslında zihnin de özümseyebileceği bir ilişki kurmak yerine, çabucak tüketeceğimiz ve bir sonrakine hızlıca geçebileceğimiz yeni şeyler arıyoruz. Niteliği ne olursa olsun.
Son dönemde her şeyi "deneyimleme" arzusundaki iştahlı talebi, bu depresif haz duygusuyla birlikte okuyabileceğimiz pek çok örnek görüyoruz. Hiç gidilmeyecek yerlere yönelik turistik meraktan farklı yemekler ve mekanlara duyulan aşırı ilgiye kadar uzanan, sonu gelmez bir tüketim arzusunun içinde yaşıyoruz.
Bu açıdan Everest’in tepesindeki turistik zincir ile Dubai çikolatası yemek için bekleyenlerin oluşturduğu sıra arasında olgusal bir fark olmadığını söylemek gerekiyor. Her ikisi de günümüzde hedonist nihilizm olarak adlandırabileceğimiz bir döngünün farklı uğrakları olarak değerlendirilebilir. Bu döngü, kriz dönemlerinde çeşitli değerlerden arındırılmış ve politik kayıtsızlığın hâkim olduğu bir iklimde sadece haz parçacıklarını toplamaya güdümlü öznelliğin çıkmazı olarak değerlendirilebilir.
- Burada yetişkinliği askıya alınmış, sadece arzularının işaret ettiği yöne doğru hareket eden ve şimdinin içine hapsolmuş bir öznellikten bahsediyoruz.
Bu daimi tüketim ve tatminsizlik hâlinin bir başka boyutu ise geç kalmışlık hissinde beliriyor. Tüketim çerçevesinden bir şeyi henüz “deneyimlememiş” olmak ya da hayatın bir noktasında geride kalmış hissetmek de günümüzün başlıca duygu durumlarından. Bu tatminsizlik hâlinin beslediği geç kalmışlık hissi, bir çeşit paniğe sebep olabiliyor.
İtalyan düşünür Bifo Berardi’ye göre panik, doğanın sonsuzluğu karşısında kendimizi ezilmiş hissettiğimizde ve dünyanın yarattığı sonu gelmez uyaranları bilincimizde algılayamadığımızda yaşadığımız bir his olarak öne çıkıyor. Paniğin kolektif yapısına dikkat çeken Berardi, bu duygunun esas kaynağının sürekli bir aşırı-uyarılmaya ve ağ iletişiminin hiper-hızlı akışına maruz kalınması sonucu ortaya çıktığını ve bir çeşit kolektif depresyona neden olduğunu söylüyor.
Tüm bu sürecin sosyal ilişkilerimizi de dönüştüren bir yapısı var. Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken adlı çalışmasında giderek “bir yabancıyı, bizim çıkar ve ilgilerimize hitap edecek bir şey sunmayan birilerini dinleme, tahammül göstererek onunla yüz yüze gelme imkanını” kaybettiğimizi söylüyor. Sayısız yoldan gelen dijital rutinler ve haz parçalarının sonsuz akışına kapılırken, bu süreçte edindiğimiz basmakalıp jestlerin sahici iletişim biçimlerinin önüne bir set çektiğini görebiliyoruz.
Böylece, yine Crary’nin deyişiyle “birinin sahiden yanında olmanın zorluklarını anlamaktan ya da bir diyaloğun sadece arkadaki bağlar veya arkadaşlık sayesinde değil, başkalarının bilinmezliklerinden de başlayabileceğini kabul etmekten aciz” hâle geliyoruz.
Günümüzün büyük sıkıntılarından malesef. Herkes her şeyle ilgili olmak zorunda değil. Biraz da çevreye karşı çok okuyor, çok izliyor, çok kültürlü görünmek için yapıldığını düşünüyorum. Sonuçta oradan oraya atlama durumu gerçekleşiyor. Kitap okurken bile şu kadar okumalıyım diye boşuna kendini geriyor bence insanlar. İçimden gelmezse birkaç gün okumuyorum, başka şeye yöneliyorum.
YanıtlaSilBir de artık her şey çok çoğaldı, haliyle kalite düştü, olumsuz şeyler de (mesela lgbt, zina, şiddet) normal gibi dayatılıyor kitap ve filmlerde. Zehirli basının dayatmalarından uzak durmak, sosyal medyayaya mesafe koymak en iyisi sanırım.
Nihai nokta son cümlenizde; sosyal medyaya mesafe koymak. Cidden bunu yapmak lazım. Bahsettiğiniz şeylerde de katılıyorum. Nahoş hususlar öyle meşru zemine dahil ediliyor ki, şaşakalıyor insan. Her şey hap. Hap videolar, hap bilgiler… Söz var ama öz yok. Değer yok. En iyisi , biraz burada biraz haber portallarında takılmak. Varsa forumlar oralarda az zaman geçirmek. Ama Instagram, twitter, Facebook ve youtube’den uzak durmak.
YanıtlaSil